Bana 2463 sene öncesinden seslenen, aynı dili konuşmadığım, aynı yollardan yürümediğim bir insanın düşlediği hikaye kalbimdeki ince tellere dokunabildi. Aşk, ölüm, iktidar hırsı, bir koruma içgüdüsü olarak milliyetçilik, toplumsal davranış biçemleri, inanç… Bütün bu kavramlar dizgisinin bugünden neredeyse iki bin beş yüz yıl önce yazılmış bir metinde bu kadar güçlü bir şekilde işlenmesi tarihe karşı geliştirdiğim bakış açımı bir kat daha derinleştirdi.
Peki ne ola bu bakış açısı?
İnsanlık tarihinin düz bir çizgi üzerinde ilerlediğine inanmıyorum, yıllar geçtikçe ilerlediğimize geliştiğimize ikna eden ders kitabımsı teorileri kabul etmiyorum. Hatta “gelişmişlik” ile “ilkellik” arasında yapılmış oryantalist ve modern ayrımları, bu kavramların tanımlarını bir kenara itmek istiyorum. Bir toplumun veya tarihin bir diliminin gelişmişliğinin o dönemde üretilmiş bilgilerin miktarına bakılarak ölçülebileceğini de düşünmüyorum. Bu kavramlar, geçmişte yaşamış veya günümüzde farklı coğrafyalarda var olmuş insanların iç dünyasını anlamamıza ket vuruyor bence.
Bugünden çok uzak bir zamanda yazılmış bir hikaye bugünün sosyolojik problemlerine ışık tutabiliyorsa, bugün yaşayan bir insanın kalbini sarsabiliyorsa, bizleri düşüncelere gark edebiliyorsa bence “ilkel” kavramı tekrar gözden geçirilmeli.
Günümüzde insan sayısının artması, ortalama insan ömrünün uzaması buna bağlı olarak bilimin ve bilginin erişilebilirliğinin yükselmesi ortalama bir insanın aklının veya duyusal kabiliyetinin geliştiğini göstermez. İşte bu noktada gelişmişliğin toplum bazında değil birey bazında değerlendirilebilecek bir unsur olduğunu düşünüyorum. İçinde bulunduğu toplumu fildişi kuleden gözlemleyen yazarların, düşünürlerin eserlerini referans alarak o toplumda üretkenliğin, sanata veya düşünmeye verilen değerin had safhada olduğu çıkarımına varmak pek de makul gelmiyor. Aksine o toplumun içinde varoluşsal sancılar çeken bireylerin sayısının fazlalığını gösteriyor olabilir bu yaratkanlık. Beni bunları düşünmeye iten temel unsurlardan biri de felsefe tarihine giriş niteliğinde yazılar okurken karşılaştığım, Antik Yunan medeniyetlerinin o dönemde üretilmiş eserlerin niteliği ve niceliği baz alınarak oldukça gelişmiş bir toplumsal yapıya sahip olduğu yönündeki dayatmacı bakış açısıydı. Hatta bu bakış o toplumun sosyal yapısını
yok sayan bir şekilde dini inançların arka planda kaldığı medeniyetlerin daha gelişmiş olduğunu iddia ediyordu. Böyle bir düşünme şekline sahip birçok araştırmacının, profesörün insanlara ön yargılar ve kesinliklerle dolu konuşmalar yaptığına şahit oldum. Kısacası bu bakışın başka türlü bir fanatiklik doğurduğuna dair yaptığım bu gözlemler bana “keşke bu insanlar da o dönemlerin yazılı tarihinden ziyade dönemin edebi eserlerini okusa; daha insani daha duygusal yanlarını kavrasa bu toplumların…” dedirtti. Antigone eserini bu bağlamda yeni tarihselci bir perspektiften değerlendirmek istedim. O dönemin yazılı ve resmi tarihine baktığımızda çok adil bir Thebai kralı portesiyle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Lakin yazarın o dönemin otoritesini ve halkın sessizliğini Antigone yoluyla taşlamadığı ne malum? Tarih çok parlak bir medeniyet resmini çizerken hayalimize, Sophokles tersini iddia ediyor olamaz mı? Yazarları yaşadıkları zaman dilimlerinin sorunlarından sancılarından soyutlamak mümkün olabilir mi?
Eserin tarihsel bağlamı hakkında, beyinlerinize birkaç soru işareti bıraktıktan sonra günümüzle bağdaştırdığım noktalara temas etmek istiyorum: Keza günümüz toplumlarında da Kreon örnekleri yaşamaya devam ediyor, Haimon gibi diplomatik elçiler ortaya çıkıyor; Antigonevari başkaldırılar devam ediyor. Devletlerin siyasi çıkarlar gözeterek aldığı kararlar doğanın tahribatına, bir yerlerde hiç temas etmediğimizi düşündüğümüz yaşamların yok olmasına sebep oluyor. Doğanın Tanrı’nın belirlediği hareket ve döngü yasaları ile var olduğuna inanan bir insan olarak; verdiği kararlarla hem doğanın ahengini bozan hem de kendi felaketini hazırlayan otoriteler ile Kreon arasında güçlü bir benzerlik kuruyorum. Bu felaketlerin yaşanmasını protestolarla engellemeye çalışan insanlar birer Antigone gözlerimde… Bir tragedyadaki kadar umutsuzluk barındırmıyor iç dünyam lakin yazarın düşlediği felaket senaryosunun bugünün dünyasında da olası olduğunun farkındayım. Belki Sophokles de çok kötü şeyler yaşanmadan birilerini uyarmakistemişti. Kim bilebilir?
Özetle toplumların her çağda daha da geliştiği, resmi tarihin gerçekleri büyük ölçüde yansıttığı fikirleri pek inandırıcı gelmiyor bana. Ayrıca çok uzakmış gibi gelen bir geçmişte yazılmış bir eser kalplere, dimağlara bu kadar dokunabiliyorsa; günümüzün toplumsal sorunlarını bu kadar güçlü bir şekilde yansıtabiliyorsa 2463 yıl “insan” olmanın tanımını çok da değiştirebilecek bir uzunlukta değil galiba.
Hatice Kübra Yücel
Comments